Ahlat Ağacı Film Analizi

Sinan üniversitede sınıf öğretmenliği bitirmiş ve memleketi olan Çanakkale’nin Çan ilçesine dönen bir gençtir. Asıl isteği olan yazarlık ile hayatta kalabilmek için istemediği işleri (öğretmenlik, polislik…) yapmak zorunda olma düşüncesi arasında hedefsiz bir portre çizmektedir. Babası İdris kumar zaafı yüzünden tüm varlığını kaybetmiş, ailesini zor duruma düşürmüş, herkese borcu olan ve bunlarla birlikte itibarını da yitirmiş bir öğretmendir. Annesi kocasını kumardan uzak tutabilmek için maaş kartına bile el koymuş olmasına rağmen tüm ihtiyaçlarını başkasından isteyerek karşılamak zorunda kalan çaresiz ve mutsuz bir ev hanımıdır. Sinan ile babasının meslektaş olmaları, babasına baktığında Sinan’ın kendisini görmesinin fakat bunu kabul etmek istemeyişinin bir tasviridir. Film genel anlamda Sinan’ın yazar olma çabası ile plansız yaşam kesiti ve aile ilişkilerini konu etmektedir.

Filmde sorgulanan temel kavramlardan birisi dürüstlüktür. Sinan kendince doğruları söylemekten çekinmeyen bir karakterdir. Bu doğruları dile getirme çabası kimi zaman patavatsızlığa varmaktadır. Bir diyaloğunda kasabasını sevmediğini, dar kafalı, hoşgörüsüz, bezelye taneleri gibi birbirine benzeyen bir sürü insan arasında ömrünü çürütmek istemediğini söyleyerek karşısındakinin alınmasına sebep olur. Hatta bir konuşmasında annesi bile “son söylemen gerekeni ilk söylüyorsun” diye bu durumu ifade eder. Diğer yandan sürekli hakikatı arayan, kendine ve çevresine sürekli dürüst davrandığını düşünen, hatta çoğu zaman söylemleri ukalalık olarak algılanan, doğru söylediği için dokuz köyden kovulduğuna inanan Sinan’ın kitabını bastırabilmek için dedesinin evinden çaldığı eski kitapları ve babasının köpeğini satarak kendi ahlak anlayışı ile çatışması filmde irdelenen bir durumdur. Köpek, Sinan’dan daha güçsüz olması nedeniyle sevdiği sahibinden ve mevcut hayatından koparılıp satılmasına direnememiştir. Köpeğin yeni sahibi tarafından bağlandığı yerde Sinan ile son bakışmaları ve daha sonra Sinan’ın köpeği kaçıp suya atlarken görmesi vicdan muhakemesinin görsel sunumudur. Aslında doğrucu görünmek ve oportünist olma durumu film genelinde bir çok karakterde irdelenmektedir. Borcuna ve işine sadık olmayan, fakat söylemleri ile müslüman olmanın erdemli olmakla eşdeğer olduğunu savunan imam, sözde milliyetçi belediye ile arasında çıkar ilişkisi olan kum ocağı sahibi bu karakterlerden bazılarıdır. Diğer taraftan babası İdris kumar bağımlısı, itibarı dahil her şeyini bu yolda kaybetmiş, kimse tarafından ciddiye alınmayan bir adam olmasına rağmen film boyunca kumar oynadığı hiç görülmemektedir. Hatta otogarda köfte için Sinan’dan para istemesi, ganyan bayisinde gazete okuması, köyde kayınpederinin kapısını tamir etmesi ya da Sinan sınıfına girince Sinan’ın sattığı köpeği için kayıp ilanı hazırladığı kağıdı gizlemesi; Sinan tarafından çıkarcı ve yalancı olarak ön yargı ile karşılanır. Oysa annesinin babası hakkında “onun bu haline hem kızıyorum hem üzülüyorum, bize bir şey olsa kılı kıpırdamaz ama köpek için perişan oldu, onu suçlamadan seven tek canlıymış” sözü işin iç yüzünü vurgulamaktadır. İdris zamanında idealist ve çalışkan bir öğretmendir fakat onun farklı karakteri ile topluma uyum sağlayamayışı sonucu isyanını bir zamanlar kumar şimdilerde ise hayalini kurduğu köy hayatı ve inatla kazmaya çalıştığı kuyu metaforu ile göstermektedir.

Filmde olay örgüsü karşılaşmalar üzerinden izleyiciye sunulmuştur. Önemli karşılaşmalardan birisi Sinan’ın Hatice ile bir çeşme başında karşılaşmasıdır. Hatice Sinan’ın bir arkadaşı ile birlikte olan muhtemelen hoşlandığı kızdır. Liseden sonra okumamıştır ve yaşadığı hayattan memnun olmadığı “İnsan neden en yakınında duran hayatı seçip onu yaşamak zorunda ki?” sorusundan anlaşılmaktadır. Bir çok farklı duygunun dışa vurulduğu bu karşılaşmada Hatice’nin istemediği hayattan kaçmak için sevmediği bir adamla (kuyumcu) evleneceği gerçeği ile hayatındaki esareti izleyiciye sunulmaktadır. Bu karşılaşmanın sonunda Hatice’nin Sinan’ı öperken dudağını ısırması Sinan’ın içindeki yaranın dudağında oluşan yara ile sembolize edilmesidir.

Diğer bir karşılaşma yerel bir yazarla bir kitapçıda gerçekleşmektedir. Bu karşılaşmada yazarın popüler olma uğruna düşünmediği şeyleri kaleme alması iğneleyici bir üslupla Sinan tarafından yazarın yüzüne vurulur. Hatta bir konferansta konuşmasını dinlediği yazarın okunan biyografisini kimin yazdığını sorar; kendisi tarafından yazıldığını öğrenince “Biyografi: İnsanın kendini anlatırken yaptığı seçimler anlatmaya değer bulduğu şeyler kullandığı kelimeler insanın kendi imgesi ile imtihanı. Alıcı bekleyen köleler gibi meziyetlerini ortaya dökme çabası… Bunları görünce okuma isteğimi kaybediyorum” diyerek iğneleyici düşüncelerini ortaya koyar. Yazar Sinan’ın tüm iğnelemelerini sakince karşılamaya çalışırken bir yandan da bu konuşmadan kaçmak ister fakat dışarıda yağan sağanak yağmur sebebiyle kaçamaz. Yağmur dinince kendisini dışarı atan yazarı takip eden Sinan iğneleyici sözlerini yazarın köprü üstünde bedensel ağrıları yanında edebiyatın ve hiç bir düşüncenin önemli olmadığını haykırdığı patlama noktasına kadar devam ettirir. Bu karşılaşmanın sonunda köprü üzerinde bulunan kolu kırık heykelin uzaktan bir bütün olarak güzel görünmesi Sinan’ın durumu farketmesi üzerine o kırık kolu nehre atması ile kusuru ortaya çıkarması metaforik anlatımı izleyiciye sunulur.

Başka bir karşılaşma köyün imamı Veysel’in ağaçtan elma çalmasıdır. Sinan bu karşılaşmayı “bizi dünyadan da mı kovduracaksın” ironisi ile başlatır. İmam görevini Sinan’ın yaşlı dedesine bırakıp, aldığı borç altınları vermezken müftünün bir akrabasının düğününe gitmiştir. Hem görevini savsaklayan hem de borcuna sadık olmayan imam elma çalarken yakalanmasına rağmen iman ve ahlak nasihati vermekten geri durmamaktadır. Bu karşılaşmanın önemli bir yanı ise diyalogların kalıplaşmış din öğretilerine ve varoluşsal sorgulamalara kapı aralamasıdır. Veysel hocanın arkadaşı olan başka bir köyde yeni imamlığa başlamış Nazmi hoca tarafından ismi çok bilinmeyen bir sahabeyi (Ebuzer) örnek vermesi din öğretisinin popüler kalıplara bağlı olduğu tartışmasını başlatır. “Dinde yenileşme, reform, rönesans dediğin zaman insan aklına sonuna kadar fırsat tanımış olursun” diyen Veysel Hocanın imam arkadaşı ile tartışması toz zerresi kadar aciz olan insanın aklı ile kendini büyük gördüğü varoluşsal sorgulamaları başlatır. İkisi arasında süren diyalektik tartışmadan sonra Veysel Hoca “iş insanda bitiyor ben sorgusuz sualsiz teslimiyetin huzurlu gölgesini seçtim” diyerek tartışmayı bitirme çabası içine girer. Sinan’ın konuyu maddiyata getirme çabası, yeni cami inşaatını sorması ile Veysel Hoca ile arkadaşı Nazmi Hoca arasında yeni bir fikir ayrılığını ortaya çıkarır. Nazmi Hoca ibadethanelerin günümüzde şatafatlı yapılmasının bidat olduğunu asıl olan ibadet olduğunu dile getirir. Nazmi Hoca her zamanki gibi arkadaşını radikal olmakla suçlar, önemli olanın iyi niyet, olaya müsbet bakmak ve dürüstlük olduğunu savunur. Müminlerin yüksek ahlaklı olduğu, insani ilişkilerinde çeşitli zayıflıklar olsa da yalnız kaldığında Allah ile yüzleştiğini savunur. Fakat bir yandan da yeni motorunu emanet verdiği köylünün motoru hor kullanmasını eleştirmekten geri durmaz. Bu diyaloglarda Veysel Hoca savunduğu düşünce temelleri ile davranışları arasındaki çelişki görülebilmektedir. Sinan bu tartışmayı mümin olma odağından çıkarmak ister, müminin hissettiği mesuliyeti tabakta sunulmuş bir mesuliyet olarak görür, bir kişinin kendi vicdanı ve özgür iradesi ile baş başa kalıp her şeyi sıfırdan inşa eden birisi kadar güvenilir olamayacağını savunur. Hatta “bu herkesin harcı değildir, o yüzden var olmayı beceremeyen kul olmayı tercih eder” diyerek irade gösterebilenleri daha yüceltmektedir. Veysel Hoca antitez olarak dinin toplumların yaşamını bir düzene soktuğunu ifade eder. Sinan ise ateist ülkelerde suç oranının daha düşük olmasını kanıt olarak sunarak bu tezi çürütmeye çalışır. Bu savunma başka bir perspektif doğurur, Veysel Hoca suç oranının düşük olduğu ülkelerde de intihar oranının yüksek olduğunu öne sürerek, dinsiz insanın kendini yanlış hissettiğini, yaratan yoksa da var olduğunu kabul etmenin daha iyi olduğunu savunur. Bu tartışmayı Sinan “ o zaman inanç doğruyu bilmeme isteği değil midir?” sözü ile kapatır.

Filmde gördüğümüz diğer bir metafor ise İdris’in babasının “kuyudan su çıkmaz kendini millete güldürüyorsun” sözleri ya da Sinan’ın anneannesinin dedesi için ezanı yanlış okuyacak köylünün diline düşeceğiz kaygısı toplumsal kalıpların, paradigmaların davranışlarımız üzerindeki etkisinidir.

Kuyu filmin en güçlü metaforlarından birisidir. İdris film boyunca herkesin baskısına rağmen kuyudan su çıkarmak için çaba harcar çünkü bu onun kendini kanıtlama çabasıdır. Fakat sonunda su çıkmayacağını kabul etmektedir. Mutluluğu ise kabul etmekle ilişkilendirmektedir. Filmin sonunda anlaşılma ihtiyacını kitabını okuyan ve onu anlayan tek kişinin babası olduğunu görmesi neticesinde Sinan babasına benzediği gerçeğini kabul edip babasının kuyudan su çıkarma misyonunu üstlenir. Bu metafor anlaşılma ve var olma çabası üzerine kuyu gibi derinlikli bir anlatım sunar.

Diğer önemli metafor ise filme ismini veren ahlat ağacıdır. Ahlat ağacına atfedilen uyumsuz, yalnız, yabansı olma, yetiştiği arazilerde hayata tutunma, kurumasına rağmen meyve verme özellikleri Spinoza’nın var-kalma çabası felsefesi ile ilişkilendirilebilir, başta Sinan olmak üzere İdris’in sembolik ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir sahnede Sinan’ın arkadaşı ile telefonla konuşurken bir yandan memleketi hakkındaki olumsuz düşüncelerini dinlerken bir yandan da tepeden memlekete bakışını görürüz. Daha sonra dolambaçlı yollardan o şehir içine giren Sinan film boyunca aslında kabul etmek istemediği kendi benliğine olan dolambaçlı yolculuğu seyirciye gösterilmektedir. Ahlat ağacının meyvesi yaban armutu diğer bir ifade ile çakal armutu buruk bir lezzete sahiptir, daldan koparıldığı gibi yenmez olgunlaşması için bekletilmesi gerekir. İdrisin meyvesi olan, oğlu Sinan’ın film boyunca aykırı düşünceleri, sivri ve ukala dili ile uyumsuzluğu gözler önüne serilmektedir. Tüm karşılaşmaları, ailesi ile olan diyalogları hatta sonunda kendi çabaları ile bastırdığı kitabın bile hiç satmayışı bu meyvenin buruk tadını yansıtmaktadır. Tüm olayların sonunda babası ile kendisini ahlat ağacına benzeterek kendisini kabul eder. Onun hiç satmayan kitabını okuyan tek kişinin babası olması Sinan’ın umutsuz, sıkışıp kalmış yaşamı için bir umut oluşturur. Çünkü insan sadece anlaşılmak ve kabul edilmek ister. Bu Sinan’ın olgunlaşmasıdır. Babasının vaz geçtiği kuyuda kendisini asmak yerine kuyudan su çıkarmak için orayı kazarak hayatta kalma çabası adeta Sinan’ın yeniden doğumudur. 

Egemen Umut ŞEN / 2022