Ahlat Ağacı Film Analizi

Sinan üniversitede sınıf öğretmenliği bitirmiş ve memleketi olan Çanakkale’nin Çan ilçesine dönen bir gençtir. Asıl isteği olan yazarlık ile hayatta kalabilmek için istemediği işleri (öğretmenlik, polislik…) yapmak zorunda olma düşüncesi arasında hedefsiz bir portre çizmektedir. Babası İdris kumar zaafı yüzünden tüm varlığını kaybetmiş, ailesini zor duruma düşürmüş, herkese borcu olan ve bunlarla birlikte itibarını da yitirmiş bir öğretmendir. Annesi kocasını kumardan uzak tutabilmek için maaş kartına bile el koymuş olmasına rağmen tüm ihtiyaçlarını başkasından isteyerek karşılamak zorunda kalan çaresiz ve mutsuz bir ev hanımıdır. Sinan ile babasının meslektaş olmaları, babasına baktığında Sinan’ın kendisini görmesinin fakat bunu kabul etmek istemeyişinin bir tasviridir. Film genel anlamda Sinan’ın yazar olma çabası ile plansız yaşam kesiti ve aile ilişkilerini konu etmektedir.

Filmde sorgulanan temel kavramlardan birisi dürüstlüktür. Sinan kendince doğruları söylemekten çekinmeyen bir karakterdir. Bu doğruları dile getirme çabası kimi zaman patavatsızlığa varmaktadır. Bir diyaloğunda kasabasını sevmediğini, dar kafalı, hoşgörüsüz, bezelye taneleri gibi birbirine benzeyen bir sürü insan arasında ömrünü çürütmek istemediğini söyleyerek karşısındakinin alınmasına sebep olur. Hatta bir konuşmasında annesi bile “son söylemen gerekeni ilk söylüyorsun” diye bu durumu ifade eder. Diğer yandan sürekli hakikatı arayan, kendine ve çevresine sürekli dürüst davrandığını düşünen, hatta çoğu zaman söylemleri ukalalık olarak algılanan, doğru söylediği için dokuz köyden kovulduğuna inanan Sinan’ın kitabını bastırabilmek için dedesinin evinden çaldığı eski kitapları ve babasının köpeğini satarak kendi ahlak anlayışı ile çatışması filmde irdelenen bir durumdur. Köpek, Sinan’dan daha güçsüz olması nedeniyle sevdiği sahibinden ve mevcut hayatından koparılıp satılmasına direnememiştir. Köpeğin yeni sahibi tarafından bağlandığı yerde Sinan ile son bakışmaları ve daha sonra Sinan’ın köpeği kaçıp suya atlarken görmesi vicdan muhakemesinin görsel sunumudur. Aslında doğrucu görünmek ve oportünist olma durumu film genelinde bir çok karakterde irdelenmektedir. Borcuna ve işine sadık olmayan, fakat söylemleri ile müslüman olmanın erdemli olmakla eşdeğer olduğunu savunan imam, sözde milliyetçi belediye ile arasında çıkar ilişkisi olan kum ocağı sahibi bu karakterlerden bazılarıdır. Diğer taraftan babası İdris kumar bağımlısı, itibarı dahil her şeyini bu yolda kaybetmiş, kimse tarafından ciddiye alınmayan bir adam olmasına rağmen film boyunca kumar oynadığı hiç görülmemektedir. Hatta otogarda köfte için Sinan’dan para istemesi, ganyan bayisinde gazete okuması, köyde kayınpederinin kapısını tamir etmesi ya da Sinan sınıfına girince Sinan’ın sattığı köpeği için kayıp ilanı hazırladığı kağıdı gizlemesi; Sinan tarafından çıkarcı ve yalancı olarak ön yargı ile karşılanır. Oysa annesinin babası hakkında “onun bu haline hem kızıyorum hem üzülüyorum, bize bir şey olsa kılı kıpırdamaz ama köpek için perişan oldu, onu suçlamadan seven tek canlıymış” sözü işin iç yüzünü vurgulamaktadır. İdris zamanında idealist ve çalışkan bir öğretmendir fakat onun farklı karakteri ile topluma uyum sağlayamayışı sonucu isyanını bir zamanlar kumar şimdilerde ise hayalini kurduğu köy hayatı ve inatla kazmaya çalıştığı kuyu metaforu ile göstermektedir.

Filmde olay örgüsü karşılaşmalar üzerinden izleyiciye sunulmuştur. Önemli karşılaşmalardan birisi Sinan’ın Hatice ile bir çeşme başında karşılaşmasıdır. Hatice Sinan’ın bir arkadaşı ile birlikte olan muhtemelen hoşlandığı kızdır. Liseden sonra okumamıştır ve yaşadığı hayattan memnun olmadığı “İnsan neden en yakınında duran hayatı seçip onu yaşamak zorunda ki?” sorusundan anlaşılmaktadır. Bir çok farklı duygunun dışa vurulduğu bu karşılaşmada Hatice’nin istemediği hayattan kaçmak için sevmediği bir adamla (kuyumcu) evleneceği gerçeği ile hayatındaki esareti izleyiciye sunulmaktadır. Bu karşılaşmanın sonunda Hatice’nin Sinan’ı öperken dudağını ısırması Sinan’ın içindeki yaranın dudağında oluşan yara ile sembolize edilmesidir.

Diğer bir karşılaşma yerel bir yazarla bir kitapçıda gerçekleşmektedir. Bu karşılaşmada yazarın popüler olma uğruna düşünmediği şeyleri kaleme alması iğneleyici bir üslupla Sinan tarafından yazarın yüzüne vurulur. Hatta bir konferansta konuşmasını dinlediği yazarın okunan biyografisini kimin yazdığını sorar; kendisi tarafından yazıldığını öğrenince “Biyografi: İnsanın kendini anlatırken yaptığı seçimler anlatmaya değer bulduğu şeyler kullandığı kelimeler insanın kendi imgesi ile imtihanı. Alıcı bekleyen köleler gibi meziyetlerini ortaya dökme çabası… Bunları görünce okuma isteğimi kaybediyorum” diyerek iğneleyici düşüncelerini ortaya koyar. Yazar Sinan’ın tüm iğnelemelerini sakince karşılamaya çalışırken bir yandan da bu konuşmadan kaçmak ister fakat dışarıda yağan sağanak yağmur sebebiyle kaçamaz. Yağmur dinince kendisini dışarı atan yazarı takip eden Sinan iğneleyici sözlerini yazarın köprü üstünde bedensel ağrıları yanında edebiyatın ve hiç bir düşüncenin önemli olmadığını haykırdığı patlama noktasına kadar devam ettirir. Bu karşılaşmanın sonunda köprü üzerinde bulunan kolu kırık heykelin uzaktan bir bütün olarak güzel görünmesi Sinan’ın durumu farketmesi üzerine o kırık kolu nehre atması ile kusuru ortaya çıkarması metaforik anlatımı izleyiciye sunulur.

Başka bir karşılaşma köyün imamı Veysel’in ağaçtan elma çalmasıdır. Sinan bu karşılaşmayı “bizi dünyadan da mı kovduracaksın” ironisi ile başlatır. İmam görevini Sinan’ın yaşlı dedesine bırakıp, aldığı borç altınları vermezken müftünün bir akrabasının düğününe gitmiştir. Hem görevini savsaklayan hem de borcuna sadık olmayan imam elma çalarken yakalanmasına rağmen iman ve ahlak nasihati vermekten geri durmamaktadır. Bu karşılaşmanın önemli bir yanı ise diyalogların kalıplaşmış din öğretilerine ve varoluşsal sorgulamalara kapı aralamasıdır. Veysel hocanın arkadaşı olan başka bir köyde yeni imamlığa başlamış Nazmi hoca tarafından ismi çok bilinmeyen bir sahabeyi (Ebuzer) örnek vermesi din öğretisinin popüler kalıplara bağlı olduğu tartışmasını başlatır. “Dinde yenileşme, reform, rönesans dediğin zaman insan aklına sonuna kadar fırsat tanımış olursun” diyen Veysel Hocanın imam arkadaşı ile tartışması toz zerresi kadar aciz olan insanın aklı ile kendini büyük gördüğü varoluşsal sorgulamaları başlatır. İkisi arasında süren diyalektik tartışmadan sonra Veysel Hoca “iş insanda bitiyor ben sorgusuz sualsiz teslimiyetin huzurlu gölgesini seçtim” diyerek tartışmayı bitirme çabası içine girer. Sinan’ın konuyu maddiyata getirme çabası, yeni cami inşaatını sorması ile Veysel Hoca ile arkadaşı Nazmi Hoca arasında yeni bir fikir ayrılığını ortaya çıkarır. Nazmi Hoca ibadethanelerin günümüzde şatafatlı yapılmasının bidat olduğunu asıl olan ibadet olduğunu dile getirir. Nazmi Hoca her zamanki gibi arkadaşını radikal olmakla suçlar, önemli olanın iyi niyet, olaya müsbet bakmak ve dürüstlük olduğunu savunur. Müminlerin yüksek ahlaklı olduğu, insani ilişkilerinde çeşitli zayıflıklar olsa da yalnız kaldığında Allah ile yüzleştiğini savunur. Fakat bir yandan da yeni motorunu emanet verdiği köylünün motoru hor kullanmasını eleştirmekten geri durmaz. Bu diyaloglarda Veysel Hoca savunduğu düşünce temelleri ile davranışları arasındaki çelişki görülebilmektedir. Sinan bu tartışmayı mümin olma odağından çıkarmak ister, müminin hissettiği mesuliyeti tabakta sunulmuş bir mesuliyet olarak görür, bir kişinin kendi vicdanı ve özgür iradesi ile baş başa kalıp her şeyi sıfırdan inşa eden birisi kadar güvenilir olamayacağını savunur. Hatta “bu herkesin harcı değildir, o yüzden var olmayı beceremeyen kul olmayı tercih eder” diyerek irade gösterebilenleri daha yüceltmektedir. Veysel Hoca antitez olarak dinin toplumların yaşamını bir düzene soktuğunu ifade eder. Sinan ise ateist ülkelerde suç oranının daha düşük olmasını kanıt olarak sunarak bu tezi çürütmeye çalışır. Bu savunma başka bir perspektif doğurur, Veysel Hoca suç oranının düşük olduğu ülkelerde de intihar oranının yüksek olduğunu öne sürerek, dinsiz insanın kendini yanlış hissettiğini, yaratan yoksa da var olduğunu kabul etmenin daha iyi olduğunu savunur. Bu tartışmayı Sinan “ o zaman inanç doğruyu bilmeme isteği değil midir?” sözü ile kapatır.

Filmde gördüğümüz diğer bir metafor ise İdris’in babasının “kuyudan su çıkmaz kendini millete güldürüyorsun” sözleri ya da Sinan’ın anneannesinin dedesi için ezanı yanlış okuyacak köylünün diline düşeceğiz kaygısı toplumsal kalıpların, paradigmaların davranışlarımız üzerindeki etkisinidir.

Kuyu filmin en güçlü metaforlarından birisidir. İdris film boyunca herkesin baskısına rağmen kuyudan su çıkarmak için çaba harcar çünkü bu onun kendini kanıtlama çabasıdır. Fakat sonunda su çıkmayacağını kabul etmektedir. Mutluluğu ise kabul etmekle ilişkilendirmektedir. Filmin sonunda anlaşılma ihtiyacını kitabını okuyan ve onu anlayan tek kişinin babası olduğunu görmesi neticesinde Sinan babasına benzediği gerçeğini kabul edip babasının kuyudan su çıkarma misyonunu üstlenir. Bu metafor anlaşılma ve var olma çabası üzerine kuyu gibi derinlikli bir anlatım sunar.

Diğer önemli metafor ise filme ismini veren ahlat ağacıdır. Ahlat ağacına atfedilen uyumsuz, yalnız, yabansı olma, yetiştiği arazilerde hayata tutunma, kurumasına rağmen meyve verme özellikleri Spinoza’nın var-kalma çabası felsefesi ile ilişkilendirilebilir, başta Sinan olmak üzere İdris’in sembolik ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir sahnede Sinan’ın arkadaşı ile telefonla konuşurken bir yandan memleketi hakkındaki olumsuz düşüncelerini dinlerken bir yandan da tepeden memlekete bakışını görürüz. Daha sonra dolambaçlı yollardan o şehir içine giren Sinan film boyunca aslında kabul etmek istemediği kendi benliğine olan dolambaçlı yolculuğu seyirciye gösterilmektedir. Ahlat ağacının meyvesi yaban armutu diğer bir ifade ile çakal armutu buruk bir lezzete sahiptir, daldan koparıldığı gibi yenmez olgunlaşması için bekletilmesi gerekir. İdrisin meyvesi olan, oğlu Sinan’ın film boyunca aykırı düşünceleri, sivri ve ukala dili ile uyumsuzluğu gözler önüne serilmektedir. Tüm karşılaşmaları, ailesi ile olan diyalogları hatta sonunda kendi çabaları ile bastırdığı kitabın bile hiç satmayışı bu meyvenin buruk tadını yansıtmaktadır. Tüm olayların sonunda babası ile kendisini ahlat ağacına benzeterek kendisini kabul eder. Onun hiç satmayan kitabını okuyan tek kişinin babası olması Sinan’ın umutsuz, sıkışıp kalmış yaşamı için bir umut oluşturur. Çünkü insan sadece anlaşılmak ve kabul edilmek ister. Bu Sinan’ın olgunlaşmasıdır. Babasının vaz geçtiği kuyuda kendisini asmak yerine kuyudan su çıkarmak için orayı kazarak hayatta kalma çabası adeta Sinan’ın yeniden doğumudur. 

Egemen Umut ŞEN / 2022

İmgelerin Öteki Yüzü

İmge; insanoğlunun etrafını saran tüm yaşamsal unsurlardan fark edebildiği nesnel gerçekliklerin kendine ait düşünsel dünyasında yorulmanmış halidir. O halde zihnimizde imgesi oluşan şeyler yalnız nesnelerin kendilerimidir? Duygu dünyamızın parçaları ya da parçacıkları ile örtüşen farklı şeyler yok mu dur? Örneğin “beyaz” deyince zihninizde bu kelimeye dair ne tür görseller seçip çıkarıyorsunuz? Kâğıt mı, kireç mi, kar mı beyaza boyanmış bir yüzey mi yoksa beyaz bir arabamı bir güvercin mi? düşünün! “beyaz kelimesiyle en çok örtüştüğünüz, içselleştirdiğiniz şey nedir? Bulduğunuz cevapların nesneyle ya da nesnelerle ilgisi olmayabilir. Belki de “beyaz” kelimesi duygu dünyanızın herhangi bir parçasıyla örtüşüyordur. Huzur, hiçlik, sonsuzluk hangisini bu kelimeyle daha çok örtüştürebilirsiniz? 

Başka bir örnek, genel bir hammadde, “Bakır”, bu size neyi anımsattı?  Zihninizdeki hangi imgeyle örtüşüyor? Bakır bir tas mı? ucu açık bir elektrik kablosu mu?, vitrinde duran bir süs eşyası mı? Yoksa sarı ve kızılla ilgili başka şeyler mi? Hangisi?  Zihninize daha yakın? 

Yaşamın kendisi insanoğlu için bir laboratuar gibidir. Tıpkı bir kimya laboratuarında olduğu gibi insan zihinde hemen her şeyi deneylere tabi tutar. Vardığı sonuçlar olumlu ya da olumsuz bir duyguya sebep olur. İmgeler kökleri itibari ile yaşanmışlıkların ürünüdür. Bu nedenledir ki her imge kökleri bakımından incelendiğinde yaşamın bir parçası olduğu görülür. Yaşanmışlıklar tek taraflı nesnelere bağlı değildir. Yaşam iki taraflı bir iletişimler bütünüdür. Kendi salt varlığı insanın varlığı olmadan bir anlam ifade etmez. İnsan varlığı ile düşünebilir algılayabilir sorgulayabilir olduğundan yaşamın varlığı anlam kazanır. Bu nedenle imgeler ne yalnızca doğaya aittir nede yalnızca insana… Bu bağlamda insana ait tüm algı biçimleri ile imgelerin kesin bir bağı olabilir. Görerek algıladığımız her şeyin, bize ait olan ve bizim eski bir zaman aralığında benzer bir görüntüye ( renge, ışığa, gölgeye, biçime vs.)   kodladığımız bir hal bir duygulanım bağı olabilir. Zihnimizde harmanladığımız bu kodlar farklı zaman noktalarında benzer bir algılamayla tekrar karşımıza çıkabilir. Biz hem o görüntüyü zihnimizde biçimsel olarak yeniden yaratıp bir imgeye dönüştürürken bir duygulanım biçimine de kodlarız aynı zamanda. O nedenle örneğin ben küf yeşilini her gördüğümde su ve susuzlukla ilgili kodları da beraberinde harekete geçiririm. İnsan yaşamı boyunca bizi çevreleyen dünya ile bunun gibi milyonlarca bağlantı kurabilir. Geriye dönük hafıza tazelemeleri veya ket vurmalar böyle bir zihinsel aktivite ile gerçekleşir. İşte sanat içinde biçimden kavrama ve kavramdan biçime yapıla gelen tüm yolculuklar sanatçının ve izleyenin zihninde var olan böyle bir yol haritası ile gerçekleşir. Bireysel farklılıkların temelinde tüm bu kodlanmış duygu sarmallarının farklılığı yatmaktadır. Farkındalık düzeyi bu noktada ne kadar yüksek ise kodlamalarda o kadar güçlü ve belirgin olacaktır. İşte sanatçıların üretimlerinde izleyiciyle kurdukları bağların gücü buradan gelir. Yaratıcılıkları da sanatsal üretimde imgeleri yorumlama kabiliyetinden kaynaklanır. Zihnin dokunduğu her nesne kişiye özel yeni bir biçim, yeni bir yorum ve bakış açısını belirler. Rudolf Arnheim’e göre; “duyularımızın evreyi, ortamı algılarken kullandığı mekanizmalar tümüyle düşünme psikolojisinin, tahayyül âleminde gerçekleşen, bilişsel süreçlerle ilgilenen, gerçekten üretken bir düşünce biçiminin tanımladığı işleyişle benzerlikler taşır”

Bir anlamda İmge yaşamla insan arasında biçimlenen özgün yorumun adıdır. Sanat imgesi ise yaşamın sanatçının usundaki yansımalardır. Us’taki yansımalarda sanatsal biçimin köklerini oluşturur. İmgelemin görmeyle kesin ilişkisi de ancak bu noktada net olarak anlaşılabilir. Örneğin insan görmediği şeyi hayal edemez. Biçimin mutlaka beyinde yer bulmuş olması yani gözlemlenmiş olması gerekir. Bilgi dünyamızda aklın sınırını zorlayan, direkt olarak tanımlayamadığımız, dünyaya ait değilmiş gibi görünen bir yığın biçim vardır. İnsanoğlunun ütopyaları, mitlerdeki varlıklar kâbuslarımızdaki canavarlar; tüm bunları insan beyni doğadan çalar, fakat duygulanım süzgecinden geçirir, düşünsel dünyasında yorumlar ve doğadan farklı algılanan ama yine doğaya ait biçimler olarak geri sunar. Bu geri sunum sanatçının doğasında resme, heykele dönüşebilir. Bu sanatçıya has bir durumdur bu onun bilinçli ve özgür seçimidir. Diğer insanlarda bu geri sunum bir yaratı olmayabilir. Çoğu zaman bilinçaltına teslimiyet olarak ortaya çıkar. Örneğin dün rüyamızda gördüğümüz canavarı parça parça biz inşa ederiz. Mitolojik yaratıklar da bunun somut bir örneğidir. İnsan başlı, aslan gövdeli yaratıklar gibi. Bu cümle kelimeleriyle tek tek analiz edildiğinde her şeyin doğaya ait olduğu görülecektir. Bir araya gelme biçimleri ise sanatsal yaratı biçimi ya da düşünsel dünyada yapılan öze yönelik bir yorumdur. İkonlarda sıkça karşılaşılan melek figürleri de insan vücuduna belki de uçmak özlemiyle dâhice eklenen kuş ya da kelebek kanatları ile yeniden yaratılmış imgelerdir. Öyle anlaşılıyor ki imgelerle duygu dünyamızın parçaları ya da parçacıkları ile örtüşen birçok şey vardır.

Bütün bunlar gösteriyor ki insan görmediği veya hakkında bir şekilde bir bilgiye sahip olmadığını hayal edemez. Ama gördüğü şeyleri yorumlayabilir, deforme edebilir, zekâsını ve duyguyu kullanarak sanatsal bir geri sunum yaratabilir. O halde imge yaşamla insan arasında kurulan bağın öteki yüzüdür denebilir. Bir insan kendisinden öte bir şey değildir. Böylece insanın gerçeğini onun algıladığı dünya oluşturur denebilir. 

Levent İSKENDEROĞLU

Kozmik Us

Gülten İmamoğlu’nun eserlerinin genelinde; varlık, varoluş, yaradılış, zaman, yaşam, doğum, ölüm gibi evrensel konuların mitsel kökenine inildiğini görürüz. Santçı yaşadığımız çağın insana dayattıklarından kurtulabilmek için arketiplere dönerek çizgisel zamanı imha etmeye girişir ve onun yerine kutsal zaman anlayışını yerleştirmeye çalışır. Öyle görünüyor ki sanatçının resimlerinin tamamına sinen çizgisel (tarihsel) zaman sorunsalı, “Kozmik Us” adını verdiği bu sergisindeki eserlerde de bize kendini hissettirecek.  

Bu güne kadar yarattığı eserlerinde tarihselliğin içindeki varoluşu, kendi varoluşu üzerinden resmin diliyle sorgulayan İmamoğlu; “unutma” değil, bilinçli bir “hatırlama” içerisinde olmayı seçer. Onun hatırlamaya ve yeniden temasa geçmeye değer bulduğu şey, tıpkı Nietzsche’de olduğu gibi tüm insan belleğinin en dipte kalan mitsel günleriyle ilgilidir. Resimlerinde mitolojik konular, “kolektif bilinçdışı” etkisinde diyebileceğimiz bir tür içsel yönelimle oluşur. Bu yolla sanatçı, kendine özgü bir evren yaratır. Sanatçının izleyiciye kapılarını araladığı bu evren, çizgisel zamanı imha ederek onu ortadan kaldırır. İmamoğlu; yapıtlarında sürekli ertelenen şimdiyi, her seferinde yeniden ve yeniden üretir. Sanatçı, insana ve evrene dair tüm soru ve sorunları, zihinsel ve ruhsal yönelimiyle oluşturduğu plastik  katmanlar arasında irdeler. Ortaya çıkan görkemli biçimler, geçmişte insanın kendini evrenden ayrı görmediği zamanları “şimdiye çağrı”ya girişir. Böylece sanatçının resimleri, kozmosun sonsuz bütüncül devinimine katılır.

İmamoğlu’nun “Kozmik Us” ismini verdiği bu son serisindeki eserler, ağaç arketipinden yola çıkıyor. Sanatçı, insanlığın neredeyse kendi kıyametine hızla itildiği bir sistemin içerisinde kendini kurban rolünde hissettiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “Bireysel olarak bu sistemin dışında kalabilmek neredeyse imkânsız. Sizi mutlaka bir yerden yakalıyor. Ağaç, en eski topluluklardan günümüze uzanan inanç sistemlerinde güçlü birer semboldür. İnsanoğluna unuttuğu kutsal değerleri tekrar hatırlatma inancıyla en zor zamanlarda dualarla sığınılan bu sembolleri eserlerime taşıyorum. Böylece insanlığın kolektif anılarının su yüzüne çıkmasını umuyorum. İzleyiciyi, şimdiki zamandan mitsel zamana davet ederek şimdiki zamanın imha edilmesine kapı aralıyorum. Bireyin kendini yenileyip doğayla yeniden doğru bağlar kurarak kendine çıkış yolları bulma olanaklarını açığa çıkarmayı arzuluyorum.  Yaklaşık iki buçuk yıldır hazırlığı süren bu yeni Seri’de; tazelenme, yenilenme, yeniden başlama, bereket ve sonsuzluk sembolü olan ve birçok inanç sisteminde yeri olan “Hayat Ağacı” ve insanın “bilme” niteliğinin sorumluluğunu vurgulayan “Bilge Ağacı” sembollerinden ilham aldım. Yahudi mistisizmindeki Kabala Ağacı’nın (Sephiroth) sırrını çözmek, hayatın sırrını çözmek demektir. Sibirya mitolojisindeki Kozmik Ağaç bilgeliği aydınlanmayı, Türk mitolojisine göre Şaman Ağacı kainatın omurgasını oluşturur. Mısır mitolojisinde Mısır Tanrıları kendi özelliklerini Lusaaset Ağacı dedikleri ağaçlara vererek soylarının devamını sağlardı. Pers mitolojisinde ise Saena Ağacı’nın tohumları ölümsüzlüğün tohumlarıydı. Güneydoğu Asya mitinde Hayat Ağacı altın çiçekler, yapraklar ve tomurcuklarla doludur. Hristiyan mitolojisinde Adem ve Havva’nın Yasak Elmayı kopardığı ağaç “Bilgelik Ağacı”dır. Adem ve Havva, iyiyi ve kötüyü bilme ağacından yiyerek Tanrı’ya karşı gelmişlerdi ve Tanrı bunun karşılığında onları Aden Bahçesi’nden uzaklaştırıp Yaşam Ağacı’na ulaşmalarını engellemişti. Bu yüzden biz insanlar tamamen aklanmadan Yaşam Ağacı’na, dolayısıyla sonsuz yaşama sahip olamayacağız.”

Ağaç arketipi; Akadlılar, Babil, Indus, Mısır, Urartu, Frig, Sümer, Hitit, Asur, İskit, Frig,  Eski Yunan, Pers, Hint, Sibirya, Türk, Çin ve İskandinav mitolojilerinden; Kızılderili, Avusturya ve Afrika kabilelerinin inanışlarına; Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi ilahi dinlerin kutsal kitaplarına kadar yer bulmuştur. Gülten İmamoğlu’nun bu son resimleri tüm kutsal ağaçlardan beslenirken aynı zamanda bu kutsal ağaçları da besliyor. 

İmamoğlu’nun “Kozmik Us” sergisi daha önceki bir çok sergisi gibi  Mircea Eliade’nin “Ebedi Dönüş”, Friedrrich Nietzsche’nin “Bengi Dönüş”, Carl Gustav Jung’un “Arketip” ve “Kolektif Bilinçdışı” ile  Joseph Campbell’in “Monomit” kavramlarının kesiştiği noktalarla kesişiyor. Campbell’den ödünç alınan bir kavramla denebilir ki sanatçı bu sergisinde de kendi sonsuz yolculuğuna devam ediyor. Sıradan dünyadan yola çıkan İmamoğlu çağını reddediyor. Doğaüstü bir yardıma başvurarak yeni yaşamın, dönüşümün kapılarını aralamak istiyor. Bu yolculuk; büyülü bir kaçış, sihirli bir uçuştur. Sanatçının maddi ve ruhani dünya arasında bir denge bulma arzusudur. İnsanlığa, doğa ve kendi kökleriyle barış çağrısıdır. Yaşama özgürlüğünü kazanma mücadelesidir. Nietzsche’nin de dediği gibi; mit, kültürün mutlak anlamda merkezindedir ve “modern insanın” yakasına yapışmış hastalıktan tek kurtuluş yoludur. 

Dr. Funda AKSÜT / 2021